18.2 C
Ankara

Neoliberal talana karşı direniş: Siyanürlü altın madenciliği, vahşi madencilik ve kaçınılmaz mücadele

Paylaş:

Milletvekilleri, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, şirket ve bakanlık yetkilileriyle birlikte bir salona doluştuk.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın dördüncü katı. Ordu-Fatsa’da 8 yıldır faaliyet gösteren siyanürlü altın madeni için “tamam mı, devam mı” kararı alınacak. Tansiyon yüksek. CHP, İYİ Parti ve Demokrat Parti milletvekilleri salonda yerlerini aldı. İktidar partisi milletvekilleri salonda olmasa bile aralarında siyanürlü madene karşı olanlar var.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda 27 Nisan 2022 tarihinde yapılan İDK toplantısı

savunucuları arasında umutlar yüksek. Bir gün önce Ordu Olay Gazetesi’nde yayınlanan, Ordu ve Fatsa’daki sivil toplum kuruluşlarının imzaladığı ortak bildiri moralleri yükseltmişti. İki gün önce de Fatsa Meydanında toplanan büyük bir kalabalık, “Siyanürlü Madene Hayır” demişti. Artık bu maden konusu 50-100 kişinin mücadelesi olmaktan çıkmış, tüm Fatsa’nın ve hatta tüm Ordu’nun mücadelesine dönüşmüştü. Çünkü yüzde 74’ü maden bölgesi ilan edilen “Yeşil Ordu” için alarm zilleri çalıyordu. Biraz geç ve güç de olsa Ordu halkı artık karşı karşıya olduğu tehlikenin farkındaydı. 27 Nisan toplantısına gelirken bile Ordulular yeni bir ihale sürpriziyle sarsılmıştı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 63 ilde 699 yeni maden ihalesini daha ilan etmişti. Ordu için 11 yeni maden ihalesi daha yapılacaktı.

SANKİ TURİZM PROJESİ

Tekrar Çevre Bakanlığı’ndaki salona dönersek, toplantıyı yöneten ÇED Endüstriyel Yatırımlar Daire Başkanı Kenan Ocak ilk sözü Bahar Madencilik Şirketi’ne verdi. Sanki binlerce insanın hayatını zehirleyecek bir ekokırım projesinin değil de turizm projesinin sunumu yapılıyordu. İnanmadan ve isteksizce yapılan o konuşmanın ardından söz sırası milletin vekillerine geldi. CHP genel başkan yardımcıları Ali Öztunç ve Seyit Torun, CHP Milletvekilleri Mustafa Adıgüzel ve Uğur Bayraktutan ile İYİ Parti Milletvekili Hüseyin Örs ve Demokrat Parti Milletvekili Cemal Enginyurt salondaydı. Sanki bir bakanlığın daracık salonunda yapılan İDK toplantısında değil, TBMM Genel Kurulunda doğanın adaletini arayan vekiller konuşuyordu. “Fındık” dediler, “zehir” dediler, “üstü, altından daha değerli” dediler, “yeter artık”, “yazıktır günahtır” dediler. Her bir konuşma bölgenin isyanıydı.

CHP’li Adıgüzel’in konuşmasında çok dikkat çeken bir bölüm vardı. Ordu Tarım İl Müdürlüğü, Orman İl Müdürlüğü ve Ordu Valiliği “olumlu” görüş bildirmişti. Yani siyanürlü madene en başta karşı çıkması gereken ilgili kurumlar, “bir sakınca yok” demişlerdi. Olabilir miydi gerçekten? Görev yaptıkları, havasını soludukları, suyunu içtikleri bir bölgenin ve üstelik o bölgenin insanlarının vergileriyle aldıkları maaşlarıyla tatlı bir yaşam sürerken, o bölgenin yaşamını zehirleyen bir siyanürlü madene gerçekten “olumlu” görüş bildirebilirler miydi?

“OLUR” KURUMLARI

İnceleme Değerlendirme Komisyonu toplantılarında Bakanlık yetkilileri bir yandan tarafları dinliyor, (yani maden şirketini ve ona karşı olanları) diğer yandan da madenin faaliyet gösterdiği ya da göstereceği bölgenin ilgili kurumlarından görüş istiyor. Yani kestane ormanlarının kesilmesine “olur” diyen bir Orman Bakanlığı; fındık bahçelerinin kesilmesine ve toprağın zehirlenmesine “olur” diyen bir Tarım Bakanlığı; suların zehirlenmesine “olur” diyen bir Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü ve en kötüsü başında olduğu ili korumakla, kollamakla görevli bir valinin Yeşil Ordu’yu çöle çeviren bir siyanürlü madene “olur” vermesi.

Bir yanda aileleriyle birlikte on binlerce çiftçi ve üretici, ülkeye her yıl 700 milyon dolardan fazla fındık geliri sağlarken, diğer yanda “100-200 kişiye istihdam sağlıyoruz” diyerek yılda devlete ödenen 2 milyon dolarlık “devlet katkı payı” adı altında sadaka parası. Üstelik bir yanda bin yıllarca sürecek bir yaşam zinciri, diğer yanda vurguncu mantığıyla 5-10 yılda param parça edilip tüketilen ve zehirlenen bir doğa.

Akıl bunun neresinde, mantık bunun neresinde…

inanması çok güç bir dönem yaşıyor. Yeni bir milenyuma girilirken adına madencilik denilen bir sistemle Türkiye adeta satılığa çıkarılmış durumda. 2001 yılında Bergama-Ovacık’ta ilk siyanürlü altın madeninin açılışının üzerinden tam 20 yıl geçti. Köylerini, topraklarını, sularını savunan Bergama köylüleri “Alman Ajanı” ilan edilmesinin üzerinden geçen 20 yıl. Milyar milyar dolarların, çil çil altınların, abartılı raporların ve yalanların havada uçuştuğu o günlerin üzerinden geçen 20 yıl. Bugün ’de 19 siyanürlü altın madeni faaliyette. Bir 19 tanesi de açılmayı bekliyor. Peki Türkiye ekonomik olarak çok mu iyi durumda? Daha dün koronavirüs salgını patlak verdiğinde devleti yönetenler gecekondularda oturanlara iban numarası gönderip yardım istedi. Bugün emeklilerimiz açlık sınırında bir yaşam sürüyor. Çarşı-pazardaki yangını söylemeye gerek yok.

Peki 20 yılda ne oldu o zaman?

Ordu-Fatsa’daki siyanürlü altın madeninin havadan görüntüsü

SANKİ DÜNYA SAVAŞI YAŞANMIŞ

Milletin dağları, yaylaları-meraları, ormanları, köyleri, bağları-bahçeleri birtakım merkezlerde bölünmüş, paylaşılmış, parsellenmiş, ruhsatlandırılmış ama vatandaşın bundan haberi yok. Sanki bir dünya savaşı yaşanmış, galip devletlerin temsilcileri açmışlar önlerine haritayı, ellerinde cetvellerle yeni sınırlar belirleyip, milletin topraklarını bölüşüyorlar. Sonra bir sabah birileri ellerinde makinelerle milletin kapısına dayanıp, “Buraya sondaj vuracağız, burada maden açacağız” diye konuşmaya başlıyor. Vali, kaymakam ve belediye başkanları onların yanında. Hükümeti söylemeye bile gerek yok, zaten o ruhsatlar ve izinler hükümete bağlı bakanlıkların kapalı odalarında al gülüm-ver gülüm ilişkileriyle dağıtılıyor. Sonra da yerel mülki idarenin desteğiyle muhtarları ve köylüleri köylerini yıkmak ve haritadan silmek için ikna etmeye çalışıyorlar, “Yapacak bir şey yok” mesajı veriyorlar. Bunun adına “madencilik” diyorlar ve “Türkiye’yi maden ülkesi yapacağız” diye açıklama üzerine açıklama yapıyorlar.

Gözümüzün içine baka baka birileri “Köylerinizi haritadan sileceğiz, topraklarınızı, sularınızı zehirleyeceğiz” diyor. Ve bunu yapmak için de harekete geçtiler. Başlangıçta insanlar devletine, hükümetine güvendi. “Devlet, yanlış bir şeye izin vermez” dediler. Devletler değil ama onları yöneten hükümetler ne yazık ki “yanlış” yapıyor. Hem de çok büyük yanlışlar. Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Yakın tarihimiz bu yanlışların ve hataların örnekleriyle dolu. Hem de istemediğin kadar. Dünya savaşları tarihi işte bu yanlışların ve hataların tarihi. Hükümetler ve yönetenler yanlış yapıyor ama bizim burada hata yapma şansımız yok. Biz topraklarımızı korumak zorundayız. Bu bizim çocuklarımıza, torunlarımıza borcumuz.

Bugün ABD, Kanada, İngiltere gibi ülkeler azalan kaynaklar, çevrecilerin protestoları, açılan davalar ve yükselen maliyetler nedeniyle madenciliği başka ülkelere taşımaya karar verdiler. Yüz yıllardır Afrika, Güney Amerika ve Uzak Doğu’da devam eden acımasız sömürü düzeni yetmedi. Şimdi sömürülecek yeni ülkelere, neoliberal sistemin talanına açık yeni topraklara ihtiyaçları var. Ekonomik krizlerin pençesinde bunalmış, parasının değeri düşük, maliyetlerin ucuz olduğu Türkiye gibi ülkelere yöneldiler. Türkiye halkı daha ne olduğunu anlamadan şu ana kadar milyonlarca ağaç kesildi, kesilmeye devam ediliyor. Dağları param parça edildi. Gece yarıları çıkarılan torba yasalara yapılan son dakika eklemeleriyle kimsenin haberi olmadan maden yasaları değiştirildi. Bedava su, ormanlar, tarım arazileri, dağlar, meralar-yaylalar madencilere ücretsiz tahsis edilmeye başlandı. Eskiden ormanlık alanlarda, tarım arazilerinde, köylerde, meralarda madencilik yapılmasını yasalar engelliyordu. Yani doğa, yasal koruma altındaydı. İşte bu nedenle 99 yıllık Cumhuriyet’te bu kadar yamyamlığa, çakallığa rağmen kıyılardaki ormanlar, zeytinlikler, Anadolu’nun o eşsiz güzellikleri ve doğası korunabildi. Ama şimdi köyleri haritadan silen, dağları paramparça eden, tarım arazilerini yerle bir eden, su kaynaklarını zehirleyen bir madencilikten söz ediyoruz. Ormanlar, zeytin bahçeleri, fındık bahçeleri artık madencilere tahsis ediliyor. Dünya üzerindeki en vahşi madencilik şu anda Türkiye’de uygulanmaya çalışılıyor. Görevlerini yapması gereken devlet kurumları gözlerini bir noktaya dikmiş, tepeden gelecek emirleri uygulamak için bekliyor. Türkiye bugün, uzaylıların saldırısı altında kalan ve manyetik koruma kalkanı düşmüş bir uzay gemisine benziyor.

KÖYLER HARİTADAN SİLİNİYOR

Devletin memurları Yeşil Ordu’nun yeşilinin katledilmesine, fındık bahçelerinin zehirlenmesine “olur” veriyor. Zeytin bahçelerinde madenciliğe, sülfürik asit tesislerine izinler çıkıyor. Milyonlarca insanın ekmeğiyle, Türkiye’nin en verimli tarım arazileriyle kumar oynanıyor. Türkiye’nin yaşamsal su kaynakları acımasızca tahrip ediliyor. Köyler bir bir haritadan siliniyor. Ancak bir işgal veya düşman saldırısı altında kalmış bir ülkede görülebilecek uygulamalar yaşanıyor. Kartellere, holdinglere, yandaşlara-candaşlara ülkenin dağları-taşları ve ormanları içindeki köyler ve köylüleriyle ihale ediliyor.

Türkiye’de köylerin tepesinde gerçekleşen bir vanşi madencilik örneği

Birileri çok büyük paralar kazanıyor. Uluslararası piyasalarda bir ons altın 2000 dolar. Bu bir ons altının Türkiye’deki maliyeti ise 400-500 dolar. Kârlar yüksek, avantalar da. Üstelik yaşanan son ekonomik krizlerden sonra bu maliyet karteller için daha da aşağıya çekildi. Ağızlarının suyu akıyor. Bu nedenle ihale üzerine ihale yapılıyor. Neyin ihalesi yapılıyor? Milletin dağlarının, ormanlarının, köylerinin, tarım topraklarının ve su kaynaklarının ihalesi. Hem de tüm dünya küresel iklim krizi gibi bir belayla karşı karşıyayken. Tüm dünyada uzmanlar yıllardır bas bas bağırırken: İnanılmaz kuraklıklar yaşanacak. Yeni salgınlar olacak… Ormanlarınızı, dağlarınızı, tarım topraklarınızı, su kaynaklarınızı koruyun…

Yangın uçakları yerine makam uçakları alınıyor. Önlem için harcanması gereken kaynaklar saraylara, lüks makam araçlarına harcanıyor. Kaynaklar betona gömülürken, devletin kurumları kartellerin teşrifatçısı haline getiriliyor.

Bugün ne yazık ki adalet sistemi yaralı. Osman Kavala davası bunun en son ve en somut örneği olarak karşımızda. Devletin kurumlarında liyakat, tecrübe ve yeteneğin yerine partizanlık egemen. Bakanlıkların beyni sayılan “müsteşarlık” makamı kaldırıldı yerine “Bakan Yardımcılığı” adı altında arpalıklar yaratıldı.

PİYANGO ÇEKİLİŞİ GİBİ İHALELER

Anayasa, yasalar, yönetmelikler çerçevesinde bilimi esas olarak ülkesini, vatandaşını, köylülerini ve köylerini koruması gereken bürokratlar “olur” makamlarına dönüştürüldü. “Bu kadarını yapamazsınız, bunun adı katliamdır” diye tepki gösteren devlet memurları, “Vücut dilinden anlamamakla, İş bilmezlikle, çıkıntılık yapmakla” suçlanıp pasifize ediliyor.

Piyango çekilişi yapar gibi her yıl ihale üzerine ihaleler yapılıyor. Temmuz 2018’de 616 ihale, Nisan 2019’da 417 ihale, Ağustos 2020’de 766 ihale, Mart 2022’de 344 ihale ve en son Nisan 2022’de 699 ihale. Yarın bilmem kaç yüz ihale daha. Bir de bakmışsın ihale yapacak taş-toprak kalmamış. İstisnasız ihaleye çıkılan hemen hemen bütün maden sahaları ormanlarla kaplı. Türkiye’nin can damarı olan yeşil örtüsü korumasız, çaresiz, yeni katliamları bekliyor. Bilecik’te nerede ormanlık alan varsa maden sahası diye ihaleye çıkılmış. Karadeniz’in el değmemiş ormanları, Munzur dağları, Toroslar, Murat Dağı, Kazdağları’nın yüzde 79’u vahşi madencilere tahsis edilmiş.

Tüm Türkiye’yi kapsayan bu yüzlerce ihalede önce “sondaj yapıyoruz” denilerek ormanlar kesilecek, yüz binlerce çukurlar açılacak ve habitatın kalbine saplanacak hançerlerle doğaya ilk darbe vurulacak. Ardından altın çıkarıyoruz, nikel çıkarıyoruz denilerek milyonlarca ağaç içindeki canlılarıyla birlikte yok edilecek. Milyonlarca ton toprak, kaya siyanür-sülfürik asit ve bilumum kimyasallarla zehirlenecek. Bu ülkeyi yönetenler o ihalelerden birkaç yüz milyon gelir elde etmeyi düşünebilir ancak hiç şüpheniz olmasın tahribatı yüz milyarlarca dolar olacak. Bu ihaleleri yapanlar kendilerini Sibirya tundralarında ya da Alaska ormanlarında Avustralya çöllerinde sanmış olmalılar ki çok rahat davranmışlar. Onların gözünde ne köy, ne belde, ne kasaba ne de şehirler yok. Oralarda yaşayan insanlar hiç yok. O ormanlarda yaşayan kuşlar, böcekler, geyikler, ceylanlar, kaplumbağalar, kertenkeleler, sincaplar, ayılar hiç yok. Orası bilmem kaç numaralı maden sahası. Ekonomik krizin ve yoksulluğun yarattığı çaresizlik ortamını bir yağma bayramına çeviriyorlar. Tehlike gerçekten çok büyük.

Sesini çıkarmayan, devletine güvenen vatandaşların köyleri yerle bir ediliyor. Meraları, yaylaları, ormanları, dağları çalınıyor. Su kaynakları zehirleniyor.

Fatsa’daki yaşam mücadelesi bize şunu öğretti. Bugün Türkiye’nin neresinde olursanız olun birileri topraklarınıza gelip de “Burada şu madeni çıkaracağız, bu madeni çıkaracağız” diye ortalarda dolaşmaya başlarsa hemen örgütlenin, bir avukat bulun ve mücadeleye başlayın.

AYAKLI YALAN MAKİNELERİ

Ayaklı yalan makinesi gibiler. Bir bölgeye yerleşmek amacıyla önce şirin görünmek isterler ve her türlü şaklabanlığı yaparlar. Kimseye zararları yoktur, hiçbir canlıyı incitmezler. İncitmek bir yana yol yapmak, camileri, okulları onarmak için gelmişlerdir. Üstelik iş imkânı bile sağlayacaklardır. Hep aynı masalı anlatırlar ama gerçekler 5-10 yıl sonra ortaya çıkar: Siyanürle zehirlenmiş ve çölleşmiş topraklar, aldatıldığını ve yaşam alanlarının yok edildiğini gören çaresiz insanlar.

Başlangıçta hep aynı nakaratlar tekrarlanır, “3-5 yıl çalışıp, sonra eski haline getirip gideceğiz” şeklinde. Bütün bu zehirli kimyasal madenlerin ilk aşaması bu şekilde olurdu. Küçücük bir alanda başlarlardı. Ama sonra birdenbire “ek kapasite” artırımları gündeme gelirdi ve bu 5 yıl birden 10 yıla çıkardı. Ardından 15-20-30 yıl derken uzar giderdi. Önce madenin çevresinde ne varsa silip süpürülürdü. Sonra yakın çevrede sondaj faaliyetleri başlardı. 20-50 kilometrelik alanlara kadar cevher sahaları belirlenirdi. Erzincan Çöpler’de de yaşanan bu, Uşak-Kışladağ’da da yaşanan bu, İzmir-Bergama’da da yaşanan buydu.

Fatsa’daki maden şirketi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na yaptığı ÇED başvuru dosyasında diyor ki, “Proje alanı içerisinde ‘Milli Parklar’, ‘Tabiat Parkları’, ‘Tabiat Anıtları’ ve ‘Tabiatı Koruma Alanları’ olarak belirlenen alanlar bulunmamaktadır.” Aynen böyle diyor. Karadeniz’in her tarafı tabiat parkı, tabiat anıtı, tabiatı koruma alanları. Bir ÇED raporuna üstelik Karadeniz’le ilgili hazırladığın bir ÇED raporuna bunu nasıl yazabilirsin? (İşin ilginç tarafı Cerattepe’deki siyanürlü maden için de, Kazdağları’ndaki siyanürlü maden için de benzer ÇED raporları hazırlanıyor.) Yazarsın, parayla hazırladığın bir rapora şirketi memnun edecek her şeyi yazarsın. Zaten olan da o. Hadi şirketin gözü kara, sarı metalden başka bir şey görmüyor. Peki bu ülkenin Çevre Bakanlığı bunu nasıl kabul edebilir? Nasıl “evet” diyebilir?

Bu satırların yazarı yaklaşık dört yıldır bu konulara yoğunlaştığından ilgili bakanlıkların bürokratlarıyla da zaman zaman görüşme imkanına sahip oldu. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda da vicdanı olan bürokratlar üst üste yapılan bu yüzlerce maden ihalesinden rahatsız. Bunu birkaç kez Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na da bildirdiler. “Masa üzerine serdiğiniz haritalarla maden ihalesi yapamazsınız” dediler. “Sonra ÇED izni diye bizim kapımıza dayanıyorlar. Bu böyle gitmez” dediler ama dinleyen yok. Emir büyük yerden. Emir nereden gelirse gelsin artık tüm Türkiye’de köylüler, çiftçiler, vatandaşlar karşı karşıya oldukları tehlikenin farkına varmaya başladı. Tutacakları bir el, yardım çığlıklarına bir karşılık bekliyorlar. Bu konuda tecrübeli olanların kapısını çalıp destek istiyorlar.

ALMAN VAKIFLARI MASALI

Yavuz hırsızların yalanları bir bir yüzlerine vurulunca hemen “Alman Vakıfları” masalını anlatırlar. “Altınları çıkarmamızı istemiyorlar… Zengin olmamızı engelliyorlar “diyerek köylüleri, çevrecileri, yaşam savunucularını hedefe koyarlar. Oysa Türkiye’de altın madenciliği için ilk girişimde bulunan ve altın işletmeciliğinde kullanılan ilk siyanürü Türkiye’ye satan da Almanya idi. Ayrıca Almanya’nın güçlü kredi kuruluşları sadece Türkiye’de değil dünyadaki birçok madenlerin de ana finansörlerindendir. Bergama’da altın çalışmalarına başlayan Eurogold’un ilk ortaklarından birisi Alman şirketi Deutsche Metallgesellschaft idi. Projenin iki finansöründen birisi de yine Alman Dresdner Bank, diğeri ise İngiliz Barclays Bank. Almanya gibi bir sanayi devi; dünyadaki her türlü metali sünger gibi emen Almanya, Türkiye’nin metal çıkarmasını istemeyecek! Hangi metal olursa olsun bir şekilde ham madde olarak tüketen bir ülkeden bahsediyoruz. Diğer kapitalist ve emperyalist ülkeler gibi her türden ham madde için dünyanın birçok ülkesine çöreklenmiş durumda olan Almanya, Türkiye’nin altın üretmesini istemeyecek. İstemek bir yana on takla atar. Altını da çıkar, gümüşü de; bakırı da çıkar demiri de. Çünkü bunların ana alıcısı olan devletlerden birisi Almanya. Hatta çıkarman için sana her türlü yardımı da yapar. Zaten olan da bu. Bugün çeşitli uluslararası karteller aracılığıyla yaptıkları gibi.

Kanadalı Alamos Gold’un Kazdağları’nda yaptığı doğa katliamının fotoğrafı. Bu ilk adımdı.

Altın veya başka metallerin üretimi, bir başka deyişle ham madde üretimi zaten bizim gibi ülkelere önerilen, “çıkış yolu.” Sen altın veya başka bir metal çıkarırsın, bir değer ortaya koyarsın ve onları satıp Almanya gibi ülkelerden bir şeyler alırsın. Mercedes, BMW ve Airbus gibi şeyleri mesela. Almanya da diğer kapitalist ve emperyalist ülkeler gibi kendi ülkesini üretim merkezi haline getirip, diğer ülkeleri ham madde merkezi olarak kullanma derdinde. Japonya keza öyle. Japonya’da dünyadaki en sıkı orman koruma tedbirleri uygulanıyor. Ülkenin yüzde 70’inden fazlası ormanlarla kaplı. Ama aynı Japonya söz konusu olan Endonezya ormanları veya Filipinler ormanları olunca aynı hassasiyeti göstermez. Endonezya ve Filipinler ormanlarının en baş alıcısı Japonya. Üstelik yasal ya da yasa dışı fark etmiyor. Çünkü bu ülkelerde aynen Türkiye’deki kaçak kömür madenleri olduğu gibi kaçak kesim sahaları ve kaçak kesim lordları var. Bu devasa sanayi ülkeleri, (tabii ki aracılar kanalıyla) bu türden mafya lordlarıyla iş yapmaktan da hiç gocunmazlar. Diyeceğim o ki sen ülkenin delik deşik edip maden çıkarmaya karar vereceksin, sen ülkenin madencilik adı altında yağmalanmasına, talan edilmesine izin vereceksin ve Almanya’da buna karşı çıkacak!

Bakınız konu ne Almanya ne Amerika ne de Kanada. Konu Türkiye ve Türkiye’yi yönetenler. Konu ülkesine sahip çıkamayan bir yönetim. Türkiye’de adına madencilik denilen bir yağma-talan düzeni

yıkıcı etkisini artırarak devam ediyor. Birilerinin ne iklim krizini anladığı var ne de koronavirüsü dinlediği. Onlar için iklim krizi, birtakım fonlardan yararlanmadan ibaret. Koronavirüs ise “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” felsefesini hatırlatıyor onlara.

Fatsa’dan yola çıkarak Türkiye’de adına altın madenciliği denilen sistemin ülkeyi nasıl yıkıma ve çöküşe sürüklediğini dilimiz döndüğünce ve gücümüz yettiğince “Altın Ölüm” kitabımızda anlatmaya çalıştık. Ayrıca Türkiye’de altın madenciliğinin ötesinde bir yıkım ve talanın yaşandığı da zaman içinde daha da belirginleşti. Her köşe başına açılan taş ocakları, mermer ocakları ve kömürlü termik santrallerin de en az altın madenleri kadar yıkıcı etkilere sahip olduğu görüldü.

Türkiye çok tehlikeli bir yol ayrımında. Birileri ülkenin dağlarını, ormanlarını, yaylalarını, meralarını, köylerini, su kaynaklarını “meta” olarak görüp satılığa çıkarmış durumda. Bunu da millete, “iş, istihdam, ekonomi” diye pazarlıyorlar. Onların “iş” dediği milletin köyünün yıkılması; onların “istihdam” dediği yüz binlerce ağacın bir çırpıda içindeki trilyonlarca canlıyla birlikte yok edilmesi; onların “ekonomi” dediği bu ülkenin can damarları olan yaylaların-meraların ve su kaynaklarının acımasızca zehirlenmesi. Bu bir ekonomi değil olsa olsa “ekokırım” olabilir. Tıpkı bir girdap gibi, adına madencilik denilen sistemle Türkiye derinlere doğru çekiliyor.

Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerindeki her varlığı satılık bir meta olarak gören bir iktidar anlayışının 20 yılda geldiği nokta, ülke topraklarının satılması noktasıdır. Bu bir abartı olmadığı gibi mübalağa hiç değildir. Bu satırların her bir kelimesi acıtan doğrulardır.

Bu yılın başında çıkardığımız “Altın Girdap” kitabımızda ise milletin köylerini birilerine peşkeş çeken kararlar nasıl alınıyor? Hangi ilişkiler etkili oluyor? Bu sorulara yanıt aradık. Ayrıca her yağma-talan ve vurgun sisteminde olduğu gibi siyaset ve ticaret arasındaki ilişkileri biliyor, duyuyor ama bazı detaylara ulaşmakta zorlanıyorduk. Vatandaşların oylarıyla kendisine “şehrül emin” sıfatı layık görülen belediye başkanlarının, vatandaşlarının haklarını, sağlığını ve topraklarını koruması gerekirken, tam tersine vatandaşı zehirleyen birtakım şirketlerle yakın ilişkilere girmesi ve bunun da “reel siyaset” diye sunulması karşı karşıya olduğumuz acı gerçeklerin bir yansımasıydı. Ayrıca bu yağmacı-talancı şirketlerin bu kadar yıkıma ve ülkede sebep oldukları toplumsal çöküntüye rağmen devletin ne kazandığı konusu bazı noktalarda soru işaretiydi. Yüzde 2’ydi bu kadar yıkımın karşılığı. Yani bu ülkenin toprakları, dağları, ormanları sadaka payıyla yağmalanıyordu. Köylüler topraklarından koparılıyor, üretim ağır darbe alıyor, şehirlerimiz daha yaşanmaz hale geliyordu.

İnsanlık, Asurlulardan bu yana madenlere sahip olmak için savaşlar çıkarmış, milyonlarca insan bu savaşlarda ve iç çatışmalarda yaşamını yitirmiştir… Bugün de aynı anlayışla Türkiye dahil ülkelerin her türden maden varlığını ne pahasına olursa olsun ele geçirmek için politikalar üreten veya uygulayan kurumlar bulunuyor. Ancak bugün durum çok farklı. Bugün yok olmakta olan bir dünyayla karşı karşıyayız. Bugün yer yüzüne vurulacak her kazma, kesilecek her ağaç ve yok edilecek tarım toprakları ve su kaynakları insan varlığının yer yüzündeki geleceğiyle yakından ilgilidir.

Bugün adına madencilik denilen şey, üç bin yıl önce yapıldığı gibi yapılmıyor. Bir günde milyonlarca ton hacmindeki yer yüzü paramparça ediliyor ve ardından binlerce ton zehirli kimyasal topraklara, kayalara, sulara boca ediliyor. Yıkım, tahribat ve zararın boyutları üç bin yıl öncesiyle kıyaslanamaz. Yani “her şeyimizi madenlere borçluyuz, binlerce yıldır yapılıyor, doğanın kanunu bu” gibi yüzeysel ve basit açıklamalarla, yaşanan katliamları ve ekokırımları meşrulaştıramayız. Bugün dünya ve insanlık, “olmak ya da olmamak” noktasındadır. Tüm ülkeler birbirlerine göbekten bağlı olduğu gibi, atılacak her adım bütün insanlığı ilgilendiriyor artık.

Dünya uzay boşluğunda yüzen bir gemiyse eğer, bu gemi battığında ya da yaşanmaz hale geldiğinde kimsenin şansı olmayacaktır. Koronavirüs salgını bize dünyada kimsenin güvende olmadığını, olamayacağını göstermiştir. Milyonlarca yılda oluşmuş bir mekanizmayı kendi ellerimizle yerle bir edersek altında kalırız. Bunun “ama”sı, “fakat”ı yok.

MÜCADELE KAÇINILMAZ

27 Nisan’da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, siyanürlü altın madeni şirketinin yeni ÇED talebini reddetti. Daha doğrusu ÇED süreci durduruldu. Fatsalılar, Ordulular rahat bir nefes aldı. Ama şimdilik. ÇED kabul edilseydi, maden iki katına çıkarılacak, Fatsa’nın tepesine 50 metre derinliğinde 3 milyon metreküplük bir zehir barajı kurulacaktı.

Erzincan-İliç Çöpler altın madeni zehirli atık barajı. Fırat Nehri’ne 300 metre mesafede: Zehirli atık barajlarının hemen hepsinin sonu bu oluyor.

Satırlarımı iki alıntıyla bitirmek istiyorum. İlki TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç’ın Gazete Oksijen’de yayınlanan makalesinden: “Doğal varlıkların korunmasına yönelik söylemler yakın zamana kadar romantik ve entelektüel bir düşüncenin parçası olarak görülmüş; bu nedenle ne gündelik hayatta ne de kamusal kararlarda güçlü bir yer bulamamıştır…. Günümüzde artık doğa koruma sadece bir çevre meselesi değil aynı zamanda toplum sağlığı, ekonomik refah ve gıda güvencesi meselesidir.”

Hatta bence günümüzde artık doğa koruma aynı zamanda milli güvenlik meselesidir. Yaşamla ölüm arasında bir noktadır. Var oluş ve yok oluş sorunudur. Doğasına sahip çıkmayan ya da çıkamayan toplumlar yok olmaya mahkumdur.

Susamayız. Suskunluğumuzu kabul olarak yorumluyorlar. Bir bölgede vatandaşlar “devlet yanlışa izin vermez” anlayışıyla beklerse bunu “kabul” olarak “rıza” olarak yorumluyorlar. “Bakın orada hiç sorun yok, çünkü sesini çıkaran yok” diyorlar. Sonuna kadar gidiyorlar. Onları durdurun tek şey vatandaşın, halkın tepki göstermesi. Topraklarını, sularını, köylerini korumak için harekete geçmesi. Bugün bunun dışında bu yağma ve talan düzenini durduracak bir devlet mekanizması ne yazık ki yok.

 Bu fotoğraf bir tarladaki yağmur sulama sistemi değil, bir altın madenindeki siyanür zehirleme sistemi

Çok klasik hikayedir ama hala geçerlidir. Eskiden devlet ormanları, suları, dağları kendini bilmez, cahil insanlardan korumak için önlemler alırdı. Bunun için çaba gösterir, yasalar çıkarırdı. Bugün tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Bugün köylüler, vatandaşlar yaşam alanlarını, ormanlarını, köylerini, dağlarını korumak için devlete karşı bir mücadele içinde. Çok ızdırap verici bir süreç bu.

Amerikalı tarihçi ve bilim insanı Jared Diamond’un kitapları hep bu tarihsel süreç içinde yaşanan var oluş ve yok oluş hikâyelerini anlatır. Der ki Diamond, “Uzun vadede zenginler, çökmekte olan bir toplumu yönetiyor olmaları halinde kendilerinin ve çocuklarının çıkarlarını güvence altına alamayacaklar. Sadece açlık çeken ya da ölen en son insan olma mertebesine ulaşabilecekler.”

Bu noktada açlık çeken ya da ölen en son insan olmamak için mücadele kaçınılmaz. Elbetteki bu mücadelenin merkezinde de siz hukukçular varsınız.

MAKALENİN 5N 1K ÖZETİ VE NE YAPMALI?

NE? Vahşi madencilik. Yağma-talan madenciliği. Adına “madencilik” denilen açık hava kimya fabrikaları. Ham ya da yarı mamül olarak ülke kaynaklarının yurt dışına gönderildiği neoliberal sistemin “sömürü” madenciliği.

NEREDE? Tüm Türkiye’de. Ordu-Fatsa’da, Erzincan-İliç’de, Çanakkale-Lapseki’de, Uşak-Kışladağ’da, Niğde-Ulukışla’da, Muğla’da, İzmir’de, Ağrı-Mollakara’da… Kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına tüm Türkiye’de dağlar, ormanlar, yaylalar-meralar, köyler ve tüm su kaynakları vahşi madenciliğin saldırısı altında.

NE ZAMAN? İlk adım 1987 yılında maden kanunun değiştirilmesine kadar uzanıyor. 2001 yılında Bergama-Ovacık’ta Sarı Öküz verildi. 2002 yılından sonra ise 20 yıllık süreçte her geçen yıl katlanarak arttı.

NEDEN? Dünyadaki her şeyi “meta” olarak gören neoliberal sistemin aktörleri, ne olursa olsun kazanmak, ne olursa olsun tüketmek mantığıyla hareket ediyor. Bu sistemin dünyayı getirdiği nokta ise yer yüzünün her noktasında yaşanan ekokırımlardır.

NASIL? Dünyanın en zehirli kimyasallarının kullanılması. Doğanın, yaşam alanlarının geri dönülmez bir biçimde tahrip edilmesi. Bin yıllardır süren ve sürecek olan ekosistemlerin bir avuç insanın çıkarı için 5-10 yıllık kazançlar uğruna yıkıma uğratılması.

KİM? Uluslararası karteller ve yerli ortakları, holdingler, şirketler ve taşeronları. İşbirliği halinde oldukları ulusal ve yerel siyasetçiler. Satın aldıkları bürokratlar.

NE YAPMALI? Hukuki zeminde mücadele için vatandaşların desteklenmesi. Neoliberal vahşi madenciliğin saldırısı altındaki bölgelerde ve şehirlerde vatandaşların bilinçlendirilmesi ve neye karşı karşıya olduklarının anlatılması. Anayasal ve yasal hakların sonuna kadar kullanılarak bu ülkenin dağlarının, ormanlarının, yaylalarının-meralarının, su kaynaklarının, köylerinin ve üretim merkezlerinin korunması.

(Bu makale, Türkiye Barolar Birliği’nin BAROBİRLİK Dergisi’nin 56. sayısında yayınlandı)

Yazar Hakkında

İbrahim Gündüz: 18 Aralık 1965 yılında Ünye’de doğdu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Gazeteciliğe 1987 yılında stajyer olarak girdiği Güneş gazetesinde başladı. Gece muhabiri, belediye muhabiri, siyasi parti muhabiri, diplomasi muhabiri ve parlamento muhabiri olarak görev yaptı. Kanal D Parlamento Muhabiri olarak çalışırken, artık kendisi için bir çalışma ortamı kalmadığını düşünerek 2018 yılında görevinden ayrıldı. Türkiye’deki vahşi, kimyasal, yıkıcı ve talancı madenciliği anlatan “Altın Ölüm” ve “Altın Girdap” kitaplarını yazdı. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zuhal Yeşilyurt Gündüz’le evli, Aşkın ve Barış adında iki çocuk babası.

İbrahim Gündüz
İbrahim Gündüz
18 Aralık 1965 yılında Ünye’de doğdu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Gazeteciliğe 1987 yılında stajyer olarak girdiği Güneş gazetesinde başladı. Gece muhabiri, belediye muhabiri, siyasi parti muhabiri, diplomasi muhabiri ve parlamento muhabiri olarak görev yaptı. Kanal D Parlamento Muhabiri olarak çalışırken, artık kendisi için bir çalışma ortamı kalmadığını düşünerek 2018 yılında görevinden ayrıldı. Türkiye’deki vahşi, kimyasal, yıkıcı ve talancı madenciliği anlatan “Altın Ölüm” ve "Altın Girdap" kitaplarını yazdı. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zuhal Yeşilyurt Gündüz’le evli, Aşkın ve Barış adında iki çocuk babası.

━ bu yazardan

Neye ve neden karşıyız?

Son zamanlarda doğanın yağma-talanına karşı çıkan haberler ve yayınlar yapan arkadaşlarımızın zaman zaman kullandığı bir cümle var: “Madenciliğe karşı değilim ama Batı’daki gibi yapılsın…” Madenciliğin...

Finale kalkan uçak

Osmaniye’de üç öğrenci BİR TABLDOT YEMEĞİNİ birlikte yiyor… Eskişehir’de 6 yaşındaki Elif AÇLIKTAN...

Vahşi madencilik kıskacındaki ‘Lapseki’

Bu kez haber Lapseki’den geldi… Birgün’den Gökay Başcan’ın haberinden öğreniyoruz ki, Nurol...

‘Buray’ ve Recep İvedik’ talana karşı

Kim tutar köklerimi? Sarıp besler toprak gibi Kim verir sana nefes? Dalındaki yaprak...

Altın Madencileri Başkanı Mehmet Yılmaz’a cevabımdır

Adına “Altın Madencileri Derneği” denilen, gerçekte Türkiye’nin yaylalarını, meralarını, ormanlarını, köylerini ve...

Murat Dağı, siyah akan Gediz, türbana yasal düzenleme ve öldürülen çevreciler

25 Ekim 2022 Salı günü Birgün Gazetesi’nde dikkat çeken bir haber yayınlandı. Murat...

“KADER”

Yine “kader” yine “fıtrat” dediler… 20 yıldır dedikleri gibi… Sayıştay raporunda bile açık...

Sorumlunun olmadığı bir ülkede adına ‘kaza’ denilen katliamlar

Takvimler 20 Ağustos 2022’yi gösterirken, Gaziantep’te ve Mardin’de katliam gibi iki kaza...

Barselona’nın balıkları ve Toros Dağları

2010 yılı Temmuz ayında eşim Zuhal’le birlikte Barselona’nın ünlü Rambla bulvarından yürüyüp...

Bir bakanın altın rüyası ve Örencik’ten yükselen çığlık

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank… Sık sık altın madenlerini ziyaret ediyor…...

Sezgin Baran Korkmaz, 234 milyar dolarlık kara para ve Magnitsky Yasası

Sözcü Gazetesi’nde Uğur Dündar yazdı… ABD Adalet Bakanlığı 2019 yılında Türkiye’den Sezgin Baran...

‘Bob’ Hasan, Veysel Eroğlu ve Yağmalanan Türkiye

Endonezya’daki takma adı Mohamad “Bob Hasan”dı. Java'ya taşınan Çinli bir tüccarın oğlu...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz