17 C
Ankara

Kimlik muhasebesi – 1

Paylaş:

Kimlik, sadece yurttaşlık bağıyla hangi ülkeye resmi olarak bağlı olduğunuzu gösteren bir evraktan fazlası. Bu cümlenin taşıdığı klişe anlama belki de ilk okuduğunuzda “Bunu bilmeyecek ne var? Elbette sadece bir evraktan ötesi kimlik” diyeceksiniz muhakkak. Muhakkak, pek çoğumuz bu kadar akışkan, bu kadar kozmopolitleştiği iddia edilen, bu kadar hızla kabuk değiştiren ve bu kadar çok kimlikliliğin yaygınlaştığı bir dünyada kimliğin bir kafa kâğıdından ibaret olmadığının farkındayız. Türkçedeki kimlik sözcüğünün kökü bir soru sözcüğü. Sözcüğün sonuna bir “lik” eklenerek türetilmiş ve asıl olarak gerçekten de kişinin adı, sanı, kim ya da kimlerden geldiği, yaşı ve coğrafi kökenine dair bilgileri içeren belge anlamı içeriyor. Bu bilgiler haricindeki dinsel, mezhepsel, etnik, cinsel ve daha başka aidiyetleri de içeren anlamı bir hayli geç kazandı sözcük. 90’lı yıllarda dünyada hararetlenen kimlik tartışmaları Türkiye’de 2000’li yıllarda yoğunlaştı. Birisinin kim olduğunu anlatan anlamı aşan anlama kavuşmasıyla sınıf siyasetinin zayıfladığı gibi bir tartışmaya girmeyeceğim burada. Bu mevzu çok çetrefilli ve uzun, muhtemelen girersem çıkamayabilirim. Ben kimlik diye bir kavramın, sınıfsal farkı aşan ve gerçekten de çoğu zaman bireyleri sınıfsal aidiyetten daha sıkı bağlayan bir aidiyet duygusu yaratabildiğini kabul edenlerdenim. Bu olguyu yok sayarak, “bu tartışmalar, sınıf siyasetini zayıflatıyor” dediğiniz zaman var olan siyasi mücadele pratiklerine anlamlı bir katkı sunmuş olmuyorsunuz. Ben bu meseleyi biraz da kendi kimlik muhasebem üzerinden tartışmaya açmak ve bu tartışmadan anlamlı bir çıkış noktası yakalamaya çalışmak niyetindeyim.

İLHAM VERİCİ BİR MUHASEBE

Amin Maalof “Ölümcül Kimlikler” adlı deneme kitabının bir bölümüne “kimilerinin vicdan muhasebesi yaptığı gibi ben de zaman zaman ‘kimlik muhasebem’ dediğim şeyi yaparım”[1] cümlesiyle başlar. Bu cümlenin ardından da amacının kendine yeniden döneceği herhangi bir esas aidiyet bulmak olmadığını, kimliğinde ne kadar öğe varsa, bunları sayıp dökerek onlarla esaslı bir yüzleşmede bulunarak, hiçbirisini reddetmemek olduğunu dile getirir. Sayıp döktüğü kimlikler, görünürde ve günümüzün standartlaşmış ayrımlarına göre o kadar birbiriyle uyuşmaz kimliklerdir ki, içinden çıkmak bir hayli güçtür. Hristiyan, ama ana dili milyonlarca Müslümanın kutsal addettiği ve ibadetini o dilde yapıyor olmaktan gurur duyduğu Arapçadır. O’na göreyse Arapça diğer diller arasında herhangi bir dildir. Ancak hem Hristiyan hem de Arap olmak bir yandan bağdaşması bir hayli zor ve taşınması epeyce zahmetli bir yük iken, diğer yandan en az dünyada yaşayan tüm insanların yarısıyla aynı aidiyeti paylaşıyor olmak açısından özgül bir kimlik yazara göre. Bu saptama ve yüzleşme sahiden de bir hayli ilham verici.

KİMLİĞİ OLUŞTURAN PEK ÇOK UNSUR RİVAYETLERE DAYANIR

Ben de Maalof’tan aldığım bu ilhamla zaman zaman kimlik muhasebemi yaparım. Bu yazı da bu muhasebelerden birisi olsun. Ben de muhtemelen Türklüğü su götürmez; zira Orta Asya’dan göç etmiş, bir zamanlar göçer iken, epeyce uzun zamandır Akdeniz’in Toros Dağları’nın yüksek platolarına meskûn bir aileden geliyorum. Antalyalı olduğumu ilk söylediğimde bana sorulan ilk soru “Yörük müsün?” olur. Dediğim gibi büyük ihtimalle uzun yıllar önce göçerdi atalarım. En azından Orta Asya’dan göç ettiğimize göre, bir zamanlar mutlak bir şekilde göçebeymişiz. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu yıllarda Ertuğrul Gazi’nin Bursa’yı fethi sırasında yanında bulunduğu söylenen Bektaşi ulularından Abdal Musa’nın günümüzdeki adı da Tekke Mahallesi olan Tekkesinin kurulu olduğu köyün en yerleşik sülalesinin benim baba tarafından sülalem olduğu söyleniyor. Bunun ne kadar gerçek olduğu tartışılır elbette. Ben diyenlerin yalancısıyım. Bu tür bilgiler zaten biraz da birilerinin yalanı değil midir? Kimlik her zaman içinde bir miktar da olsa yalan barındırmaz mı? Kimliği oluşturan pek çok unsur çoğu zaman rivayetlere dayanmaz mı? Kimliği oluşturan olumlu ya da olumsuz nitelemelerden bazıları ya kimliği sahiplenen ya da kimliği işaret edenlerin uydurmaları değil midir? Buna göre sizi çoğu zaman anlatmayan pek çok nitelemeyi ortak kimliği paylaştığınız topluluğa ait nitelemeler öyle diye sahiplenmek zorunda kalmaz mısınız? Misal yurt dışına gittiğiniz zaman sırf Müslüman coğrafyasından geldiğiniz için, Müslüman kimliğine ait hiçbir nitelemeyi taşımadığınız halde, size sırf geldiğiniz coğrafya Müslüman diye öyle muamele edilmez mi? Ya da tam tersi, “hiç Müslüman gibi değilsiniz, hiç onlara benzemiyorsunuz” denir ve bu saptama ilk başta size iltifat gibi gelse de oturup düşündüğünüz zaman size yapılanın ayrımcılığın dik alası olduğunu anlarsınız. Eğer bu muameleden ilk başta kendinizce gurur duyarsanız, bu ince aşağılamanın ilk bakışta farkına bile varmazsınız. Farkına vardığınızda iş işten geçmiştir artık. Ya bu aşağılamaya kulak asmadan insan kalmaya devam edersiniz ya da bu aşağılamaya ayrı buna zamanında tepki vermediğinize ayrı içerleyip içiniz içinizi yerken, size yapıştırılan kimliğe çok da arzu etmeseniz bile sıkı sıkıya bağlanmayı seçersiniz.

ERKEKLİK ZOR ZANAAT

Neyse ben kendi kimlik muhasebeme geri döneyim. Aktif ve pasifleri sayıp dökeyim ki, benliğimi ya da kimliğimi oluşturan unsurları iyice kavrayabileyim. Bu durumda benim birincil ve doğuştan getirdiğim kimliklerimin birincisi Türklük, ikincisi Bektaşilik anlaşılan. Ne kadar bu doğuştan gelen kimliği reddetsem de doğuştan geldiği için bunlardan kurtulmam mümkün değil. Zira ben reddetsem, doğduğum yer bu kimliğe beni yapıştırıyor. Galiba bir diğer belirleyici ve kurtulmanın mümkün olmadığı kimlik heteroseksüel bir erkek olmam. Herkes eşcinselliğin zor olduğunu düşünür bu ülkede, zor olduğunu karşılaştığımız, dinlediğimiz pek çok deneyimden anlıyoruz elbette, ancak heteroseksüel erkek olmak da bir hayli zor. Sünnetinden, askerliğine, güçlü olma gerekliliğinden, aile geçindirme zorunluluğuna, erkek gibi görünme gerekliliğinden ailenin reisliğini üstlenme mecburiyetine kadar pek çok gerekliliği hakkıyla yerine getirebilmek için sahiden de kırılmaz bir irade gerekiyor. Bu kırılmaz iradeyse çoğu zaman zorlandığı noktada çıt diye kırılıveriyor. Kırıldığı anda her erkek, erkekliğine yeniden kavuşmak için bir kadının ya boyun eğmesine ya da boynunun kırılmasına ihtiyaç duyuyor. İşte bu nedenle sanırım ben erkeklik kimliğimi mümkün olduğu kadar hafife almaya ve onu törpülemeye çalıştım. İçine doğduğum köy, her ne kadar Bektaşi kültürüyle örülü olsa da, ataerkinin, toplumsal cinsiyet rollerinin ve kadın-erkek arasındaki hiyerarşinin her zaman erkek lehine işlediği bir köydü. Bununla beraber ailenin tek erkek çocuğu olmama rağmen, misal hayatımda hiçbir zaman kıyafetlerimi annem dâhil hiçbir kadın ütülemedi. Muhtemelen bu örnek erkeklik kimliğimi törpülemek için elimden geleni yaptığımı gösteren bir örnek olabilir. Bu örneği belki de benim için en çarpıcı numune olarak gördüğüm için verdim, diğer örnekleri sayfalar dolusu sayıp dökecek değilim.

İNSANI OLUŞTURAN HER KİMLİK BİR UZUV GİBİDİR

Beni oluşturan kimlik örüntülerinden belki de en çelişkili ve çarpıcı olanı, ilkokuldan sonra altı yıl boyunca İmam Hatip Lisesi’nde okumamdır. Hem bir Bektaşi çocuğu hem de İmam Hatip’te okumuş olmamı kime söylesem şaşkınlıkla karşıladı. Hâlbuki bu, şu andaki ateist kimliğimle dahi bana çok sıradan bir durum olarak görünüyor. Zira içinden geçtiğim o altı yıl, bende hem dine hem de dini deneyimlemeye dair farklı konumlanmaların nasıl var olabileceğine dair ufuk açtı. İmam Hatip Lisesi’nin misal ilk üç yılında Takva filminin başkahramanı Muharrem’in deneyimlediğine benzer şekilde sekter dindarlığı deneyimledim. Bu deneyimi şimdi “softalık” olarak nitelendirsem bile, bu deneyimin şu andaki var oluş biçimimin oluşmasında ne kadar kıymetli bir yol olduğunu kabul etmem gerekir. Aynı zamanda insanı oluşturan ister doğuştan isterse sonradan edinilmiş kimliklerin, yürünen yollar, içinden geçilen tüneller olduğunu kabul etmemi sağlıyor bu şu anda bana sıra dışı gelen deneyim. Aynı zamanda insanı oluşturan kimlik örüntülerinin her bir parçasının birer uzuv gibi de düşünülmesi gerektiğini anlıyorum şimdiki aklım, mantığım ve duygularımla. Misal ben İmam Hatip’te okumuş olmamı bir şekilde inkâr etmiş olsaydım, şu andaki işlemediği için körelmiş bir uzvumu yok saymama benzer beyhude bir tavır içinde olurdum. Ya da ampute edilmiş bir kol ya da bacaktan farkı yok benim İmam Hatip’li kimliğimin. Ben dilediğim kadar o uzvun varlığını inkâr edeyim, ya da ampute kol ya da bacağımın yok olduğuna kendimi ikna etmeye çalışayım, o uzuv kendini hissettirecek ya da beyin ampute kol ya da bacağın yerinde olduğu zannıyla oraya komut vermeye devam edecektir. Burada inkârdan ziyade, sizi oluşturan her kimlik unsurunun sizin yaşadığınız andaki benliğinizi nasıl şekillendirdiğini kabul etmenizdir. Bunu kabul ettiğiniz anda, bu kimliği kaşıyarak sizi gaza getirmek ya da aşağılamak için kullanmalarına izin vermiyorsunuz.

KİMLİKSEL KONFORMİZM İNSANI AYNI ZAMANDA HUZURSUZ EDİYOR

Burada kişisel muhasebeye ara vereyim. Haftaya başka bir konu yazmamı zorunlu kılacak mücbir bir sebep olmazsa muhasebeye devam etmek isterim. Ama bu haftalık mevzuyu kapatmadan önce kimliğe dair bir benzetmede daha bulunmak istiyorum. Belki bu benzetme mevzuyu neden yazmak istediğimi daha iyi anlatmama yol açar. Zira okuyucu eğer devamını getiremezsem konuyu bağlamına yerleştirmekten kaytardığımı düşünmesin. Kimlik bir yandan da insanın yurdu, sığınağı ve kendini güvende hissettiği toprağı gibidir. İnsan elbette her zaman kendini güvende hissetmek ister. Ancak bir yandan da kendini güvende hissettiği yere çakılıp kalmak insanı başka yurtlara karşı önyargılı hale getirir. Tam da bu nedenle ilk okuduğumda beni çok etkileyen ve belki de hayatıma yön verme konusunda önemli bir rol oynayan Edward Said, “Entelektüel” adlı kitabında entelektüeli tarif ederken, onun “yersiz yurtsuz” olması gerektiğini dile getirir.[2] Yazara göre bu yersiz yurtsuzluk durumu hem teritoryal hem de zihinsel olmalıdır. Daha sonra otobiyografisini de okuduğumda entelektüele dair yaptığı bu tanımlamanın aslında kendini anlattığını anlamıştım. Fakat Said’in anlattığı mevzunun esası, zihinsel ve bilişsel konformizmden kaçınmak. Ama ben burada bu bilişsel ve zihinsel konformizme bir ek daha yapmak isterim. Kimliksel konformizm. İnsanı oluşturan onlarca farklı kimlikten tek bir kimliğe aşırı vurgu yapmak ve ona bağlanıp kalmak hem sonsuz bir konfor sağlıyor insana hem de ömür boyu huzursuz ediyor. Sanırım içinde yaşadığımız dünya ve siyasal iklim, tek tek insanları ve geniş kitleleri bu konformizmle huzursuzluk arasındaki pendulumda yaşamaya mecbur kılıyor. Bu pendulumdan kurtulmanın yolu ise bizi biz yapan bütün kimliklerimizle barışık yaşamayı başarabilmemiz.

[1] Amin Maalof (2008), Ölümcül Kimlikler, (Çev. Aysel Bora), 27. Baskı, İstanbul: YKY, s. 21. (Bu yazının başlığı da buradaki cümlede geçen “kimlik muhasebem” ifadesinden ilhamla koyulmuştur).

[2] Edward Said (1995). Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, (Çev. Tuncay Birkan), İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Yazar Hakkında

Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

Tezcan Durna
Tezcan Durna
Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

━ bu yazardan

Zifiri karanlıkta gözlerden akamayan iki damla yaş

Baştan uyarayım, bu yazıda bolca kişisel hikâye vardır. Ancak bütün bu kişisel...

Kültürel hegemonya tamam, sıradaki!

Yüksek lisans tezimi yazarken, ele aldığım konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreciyle...

Oto sansürün dayanılmaz cazibesi

“Çatışmayı tatsız bulmak, çıkarları bu çatışmalar tarafından tehdit edilenler için hoştur.” Terry Eaglaton Dilimizde...

Sapık

Babam hayattayken, kendi babasından aldığı elle az biraz marangozluktan anlardı. Bu becerisiyle...

700 yıllık bir çınar ağacı kurursa

“Çalılık nerede? Gitmiş! Ve kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir? Yaşamın...

Alevi’nin yarası muktedirin havucu

“Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te,...

Suskun

Suskun, birileri tarafından susturulmuş, baskılanmış, konuşmasına ve meramını anlatmasına izin verilmemiş kişi...

Üniversiteler çoraklaşırken rektör egoları semiriyor

Doksanlı yılların ortaları, tam da bu zamanlar. Üniversite sınavlarının kısaltılmış adları o...

Şeffaflığın despotluğu

“Kamusal alanın ortadan kaybolması, içine mahrem ve özel meselelerin döküldüğü bir boşluk...

Acısız hayatlar

“Acı artık ilaçlarla mücadele etmeyi gerektiren anlamsız bir kötülüktür.” Byung Chul Han-Palyatif Toplum “Yaşarsın...

Özgürlük vaat edenlere koşulsuz inanmak özgürlüğün en büyük düşmanıdır

Dünyaya elinde güç olduğu halde bu gücü kullanmaktan imtina edecek kadar güçlü...

Yozlaşma

Bütün sözcüklerin olduğu gibi yozlaşma sözcüğünün de kullanıldığı bağlam çok önemlidir. Bu...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz